top of page
verdens-verste-menneske-joachim-trier_edited.jpg

DÜNYANIN EN KÖTÜ İNSANI, JOACHİM TRİER (2021)

"Elisıkılık, sersemlik, günah, yanılgı,

İşleyip tenimize, kaplar ruhlarımızı,

Ve besleriz sevimli pişmanlıklarımızı,

Kendi bitini nasıl beslerse dilenciler."

                   

                      Charles Baudelaire – Kötülük Çiçekleri

 

Joachim Trier’in Oslo üçlemesinin final filmi “Dünyanın En Kötü İnsanı” (2021), kötülük ile kendini arayış kavramları arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Filmde, içindeki huzursuzluğun kaynağını dijitalleşen dünyada bulan Julie’nin, kendisini kuşatan tüm bağlar ve aidiyetlerin ötesine geçerek kendisini özgürleştirme mücadelesini izliyoruz. Filmin adındaki “kötü”nün, Julie’nin toplumsal normlara karşı yürüttüğü özgürleşme mücadelesini temsil ettiğini söylemek mümkün.

30 yaşında başarılı bir tıp öğrencisi olan Julie, “insan bedeninden ziyade ruhunu anlamak istediğini” öne sürerek tıp fakültesi eğitimini bıraktıktan sonra bir kitapçıda çalışırken kendisinden yaşça büyük ünlü bir karikatürist olan Aksel (44) ile tanışıyor. İlişkiye başlar başlamaz Aksel’in aile kurma isteğine Julie’nin karşılık verememesi, kendisine “Ben gerçekten ne istiyorum?” sorusunu sormasıyla devam ediyor. Aslında film hep bu soru ve filmde Julie’nin sık sık tekrarladığı “Bilmiyorum” cevabı etrafında şekilleniyor. Aksel ile olan ilişkisi, modern toplumun kendisine dayattığı yaşamı yansıtıyor ve bu çıkmaz Julie için giderek katlanılmaz hâle geliyor. “Kültürün nesneler yoluyla aktarıldığı” dönemde yetişen Aksel, Julie’ye “her zaman yapması gerekeni bildiğini ve onu yaptığını” söylerken,  Julie değişen ve dijitalleşen dünyada kendisini “hayatında seyirci gibi hissediyor” ve her zaman daha fazlasını arzuluyor.

Aksel ile Julie’nin kırk yaş üstü evli ve çocuklu çiftlerle geçirdikleri tatil, toplumun dayattığı kimlik ve toplumsal rolleri gözler önüne seriyor. Akşam yemeği sırasında, Aksel’in arkadaşının, Julie’nin “kadın kimliğinin günümüz dünyasında bir metadan ibaret olmasına” yönelik argümanını “post-feminizm” olarak nitelendirmesi ve Aksel’in Julie’den çocuk istemesi toplumsal roller üzerine kurulu yapının değişmezliğini gösteriyor. Ayrıca bu bölümde, Julie dışındaki evli ve çocuklu kadın karakterlerin Julie’nin gençliğinden ve “özgür” olmasından duydukları rahatsızlık “Eee sen ne iş yapıyorsun? Hala çocuk düşünmüyor musun?” gibi sorularla açıkça gösteriliyor. Kadının, kadına olan cinsiyetçi bakış açısının yanı sıra, hep bir nostalji içinde gördüğümüz Aksel, karikatürlerindeki hicivleri sebebiyle, çağımızın bir kavramı olan “toksik masküleniteyi” savunan bir adam olarak da resmediliyor. Aksel’in feminist iki radyocu kadınla yaptığı ropörtajında mizahını bir türlü anlatamadığından yakındığı sahne, toplumumuzda her iki tarafın da suçlamaların ötesine geçemeyerek, birbirini anlamaya ne kadar kapalı olduğunun altını çiziyor.

1980’lerde çocuk olan Aksel’in geçmişinden bahsettiği sahneler, özlem ve nostaljinin insanı nasıl ele geçirdiğini —belki de kendisinin yakalandığı kanser gibi— ve ondan bir türlü kurtulamadığını anlatıyor. Aksel ölmeden önce hastanede tedavi görürken söylediği, “İnternet veya cep telefonu olmayan bir zamanda büyüdüm…Benim bildiğim dünya yok olup gitti… Çizgi romanlar, kitaplar, tüm hayatım boyunca onları biriktirdim. Ve artık elimde sadece bunlar var. Kimsenin umursamadığı, saçma salak anılar ve hatıralar” cümleleri, dijitalleşmenin özne-nesne ilişkisini parçalayarak, insan algısını nasıl ölümcül bir yıkıma sürüklediğinin de başarılı bir metaforu olarak öne çıkıyor.

Her ne kadar özgürlüğüne düşkün olarak tasvir edilse de Julie, “yalnız kalmaktan ve onsuz yaşamaktan korktuğunu, gittiğinde buzdaki Bambi gibi olacağını ve tam da bu yüzden bunu yapmak zorunda kaldığını söyleyerek” Aksel’i terk ediyor. Aslında burada bilinçli bir tercihle, bilinmeyeni kucaklamaya ve kendini arayışını sürdürmeye cesaret ediyor. Julie, davetsiz misafir olarak katıldığı bir partide Eivind ile tanışmasıyla, yaşamını örten perdenin ansızın ortadan kalktığını duyumsuyor ve yaşadıklarını —Aksel ile ilişkisinin tersine— sözcüklere dökmeye gerek kalmadan sadece “hissedebiliyor”. İlk tanıştıkları sahnedeki diyaloglarında Julie’nin “her zamanki soruları sormayacak mısın, kimim, ne iş yapıyorum?” sorularına Eivind’in “bu sorulardan nefret ediyorum” cevabı çiftin benzerliklerini gösteriyor. Eivind ile ilişkisi her ne kadar güzel başlasa da zamanla kötüleşiyor ve Julie “daha fazlasını istediği için” bu ilişkisini de sonlandırıyor. Bu sırada, Aksel’in amansız bir hastalığa yakalandığını öğrenen Julie, hastanede ziyaret ettiği eski erkek arkadaşının ağzından dökülen, “ölmek istemiyorum, sadece evimde seninle birlikte olmak istiyorum” cümlesiyle, varoluşun karşıtı ölümün gerçekliği ile yüzleşiyor ve kendini bulma arayışının sonuna geliyor. 

Trier’in “Dünyanın En Kötü İnsanı” filmi ile elde ettiği başarısı sadece Julie’nin değil aynı zamanda tüm insanlığın ortak kaderi olan varolma mücadelesi ve özgürlük-toplumsal rol kısıtlamasını basit bir hikaye ile anlatmasından kaynaklanıyor. “Yeni neslin ne istediğini bilmez hâlini” oldukça başarılı şekilde yansıtan Julie, en sonunda ve en önemlisi, birçok hata yaparak ve tabir-i caizse “dünyanın en kötü insanı” olarak kendisini buluyor. Kötülük çiçekleri arasında Julie’nin tutkulu bir biçimde yaşaması, pişmanlıklarını kucaklaması, kendisini ararken ve kendisini var etmeye çalışırken bunu bir deneyime dönüştürmesi insan olma hâlini en derinden hissettirken, bize, dünyanın en kötü insanının da, en iyi insanının da varoluşumuzda saklı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. 

© 2025 by Sevim Varlıklar Powered and secured by Wix

  • Instagram
  • Soundcloud
  • Linkedin
bottom of page