top of page
maxresdefault.jpg

SANKİ HER ŞEY BİRAZ FELAKET, UMUT SUBAŞI (2023)

 

    

    "Hayatta sadece iki trajedi vardır: 

    Birisi, istediğini elde edememek; diğeriyse onu elde etmek." 

   

                     Oscar Wilde, Lady Windermere’s Fan

                                               

"Etrafımdaki hiçbir şey umut vermiyor bana... Çok mutsuz hissediyorum ve sanki hiç geçmeyecek gibi."

"Neyin var, canın sıkkın gibi bugün?"

"Her gün canım sıkkın."

Uyumsuz, huzursuz, mutsuz, umutsuz. Her biri, içimizden biri. Onlar, aradıklarını asla bulamayan dört genç: Ayşe, Mehmet, Zeynep ve Ali. Ve bir de İstanbul gerçeği var arka planda. Kadıköy sahilinde Osmanlı şehzadesi kostümüyle fotoğraf çekilerek para kazanan bir genç, muhtemelen Ukrayna Savaşı’ndan kaçmış çocuklu sarışın bir genç kadın ve adalar manzarası. “Bugün yine bir önceki gün gibiydi” diyerek bizlere “iç açıcı” Türkiye haberleri sunan bir ses. Ve neşeli bir major gamla çalınan piyano müziği eşliğinde hıçkırarak ağlayan gençler. Yani biz. Film, İstanbul’un kasvetli kışında, bu dört karakterin buluşmasını oldukça mizahi bir dille anlatırken, Türkiye’deki adaletsizliğin ve yozlaşmanın yanı sıra, kahkahalarıyla yeri göğü yıkması gereken yaştaki gençleri hıçkırarak ağlatan duyguları ve olayları yine aynı karakterler üzerinden ele alıyor.

Umut Subaşı’nın kentli, orta sınıf, Y jenerasyonu gençleri ele aldığı bu sade filmi, günümüz Türkiye'sine kara mizahla ayna tutuyor. Ayşe, tercümanlık mezunu, Avrupai görünümüne iltifat edilmesinden ve Türk’e benzetilmemesinden mütevellit gururlu, Avrupa’ya göç etmeye çalışan uyumsuz bir karakter. Ev arkadaşı Zeynep ise, ekonomi okuyan, yalnız ve içe kapanık, kendisinden yaşça büyük Ayşe’nin duvarlarına çarpan mutsuz bir genç kadın. Mehmet, evli ancak sağlıklı yaşamla kafayı bozmuş eşini aldatma fırsatı kollayan, ne iş yaptığı meçhul abisinin gölgesinde ne iş yaptığı meçhul huzursuz bir modern çağ erkeği. Ali ise, ailesiyle yaşamaya devam eden, loto ve ganyan oynayarak şansını denemekten başka çaresi olmayan umutsuz ve işsiz bir genç adam.

    

Önce filmin isminden başlayalım. Bir durum tespitinin ardında yatan yadsınamaz tereddüt, felaket demeye gösterilen cesaretle buluşuyor. Ancak felaketin boyutunu anlatmaktan da imtina ediliyor. Ve “sanki” edatı da, "felaket sanma" hâlinin öznelliğine sığınan bir bahane oluveriyor. Böylece felaketin tespiti, bir yanılsamaya da indirgenebilir hâle geliyor. Aslında hayatlarımızı düşündüğümüzde, ifade edemediğimiz bazı durumlar gibi: Bir olayı her yönüyle anlatmak istemek ancak durumun vehametinden başka birşeyi ifade edememek ya da bir konuda objektif bir tespitte bulunmak istemek ancak öznel bireyler olarak kendini yansıtan zihnin tuzağına düşmek gibi.

    

İlk olarak, Ayşe’nin topluma uyumsuzluğu ve yabancılaşması, Mehmet’in evliliğinden kaçış olarak kurguladığı dünyayı oldukça güzel bir şekilde tamamlıyor. Oturdukları kafede yan masada Ayşe'nin garsonla İngilizce konuşmasını duyan Mehmet, gizlice alyansını çıkarıp Ayşe'yle İngilizce konuşarak tanışmaya çalışıyor. Ayşe ve Mehmet öyle bir oyunun içine giriyor, öyle bir rollerine kaptırıyorlar ki, Ayşe kendisini yabancı bir kadın olarak Lina ismiyle tanıtıyor. Mehmet ona nereli olduğunu sorduğunda, “Afganistan’dan geldim” cevabı oryantalist bakış açımıza tokat gibi çarpıyor - çünkü görünüşü gereği Ayşe'nin "en azından" Kuzey veya Orta Avrupa’dan gelmiş olmasını umuyoruz. Kendisi, "Afgan olamayacak kadar beyaz tenli ve renkli gözlü" olduğundan, Mehmet de, aynı izleyici gibi buna inanamıyor ve küçümseyişini gizleyemeden konuyu, Türkiye’nin güncel sorunu olan yasadışı göç ve Arap turist akımına getiriyor. Ayşe ise ırkçı konuşmalardan rahatsız oluyor; o da gelecekte Avrupa’ya göç etmeyi planlayan bir Türk olarak, Batı toplumunun “zencisi”, “Arabı”, "müslümanı" veya “göçmeni” muamelesi göreceğinin farkında. Bu sahne gösteriyor ki, herkes birşeyden rahatsız bu ülkede aslında; Ayşe de Mehmet’in aksine bu ülke vatandaşı olmaktan rahatsız ki, hiçbir sebep olmadan yabancı rolü oynuyor. Hatta Avrupa’ya göç etme pahasına kadın mehter takımı ile Avrupa turnesine gitmeyi bile kabul ediyor. Ayşe’yi mehter kıyafetiyle prova yaparken gösteriyor yönetmen bize, ki ülkeye yabancılaşan gençlerin içinde bulundukları absürd duruma biraz da gülebilelim. 

 

Ve yine bir sahnede ana karakterlerimizden birisi hıçkıra hıçkıra ağlıyor o neşeli piyano ezgisi eşliğinde. Ve 19 yaşında bir gencin Galata Kulesi'nden atlayarak intihar ettiğini ya da kaç habere yayın yasağı getirildiğini öğreniyoruz.

 

Filmde Mehmet karakteri aracılığıyla, eşiyle kurduğu soğuk ve yüzeysel diyaloglarında evliliğin işlevsel ve sıkıcı kısmına vurgu yapılıyor. Yabancılaşma temasına değinen en vurucu sahnelerden bir diğeri, Mehmet’in moka presste pişmiş kahvesini içerken, eşinin önüne koyduğu tarhana çorbasını, abartılı ve dramatik şekilde -neredeyse yoksunluk krizinde gibi- içişinde saklı olan, reddedilen gelenek ile kabul edilen modernizm çelişkisinin tasviri oluyor. Bu sorun, jenerasyonumuzdaki öz kimliği (taşra ve köy bağlantılı kültürel olguları) reddetmek isteme ama içten içe aşinalığımız sebebiyle onu arzulama çıkmazına güzel bir gönderme yapıyor. Belki Mehmet'in Lina'yı (moka pressteki espresso) istemesi ama gerçekte keyif aldığı kişinin kendi yerel kimliğinden rahatsız olan Ayşe (bir kâse tarhana) olması da ilginç bir sembolizm olabilir. Bu nedenle, Mehmet de Ayşe de birbirini tanıyor, anlıyor, aynı dili konuşuyor ve anlaşıyor aslında, çünkü iki karakter de aynı sorunun başka yüzleri. 

 

Gerçeğin ortaya ne şekilde çıkacağı gerilimiyle ilerleyen filmde izleyiciler, Mehmet’in gerçeği öğrendiğinde vereceği tepkiyi merak ediyor. Nitekim Mehmet, bizi şaşırtmaya devam ediyor. Mehmet'in Ayşe’nin evinde Zeynep ve Ali’yle karşılaşması, oyunun sonu oluyor. Lina'nın Türk olduğunu öğrendikten sonra bir hışımla dışarı çıkan Ayşe’ye dönüp, “Your friend is cute” diyerek İngilizce konuşmaya devam etmesi izleyiciyi şaşırtıyor. Burada bir sarkazm yok, Mehmet bu oyunu devam ettirmeye gönüllü olduğunu göstermek için İngilizce konuşmaya devam ediyor. Ayşe ise hem vize başvurusu reddedildiği için hem de oyun bittiği için hiddetle ondan uzaklaşıyor. 

 

Zeynep ve Ali’nin tanışmasının absürdlüğü ise gücünü bir ganyan ve loto bayiinden alıyor. Zeynep’in ciddi bir astroloji takipçisi oluşu, Ali’nin ya çıkarsa umuduyla kesişiyor. Her ikisi de hayatlarını mecburen gerçeklikten kopuk sürdürüyor aslında. Ali, Zeynep’e nasıl loto oynanacağını, şans topu, sayısal ve süper loto arasındaki farkları detaylı bir şekilde anlatıyor. Zeynep ve Ali’yi, Marmaray’ı çeviren duvar kenarında, herhangi bir bankta veya deniz kıyısında buluşmaları haricinde pek görmüyoruz. Aslında onların hikayesi zamanın ruhunu çok daha gerçekçi şekilde yansıtıyor. Zeynep büyük şehirdeki yalnızlığın, Ali ise başarısızlığın öyküsü. Bilhassa Ali’nin işe girme konusundaki “talihsizliği” ve referans bulmaya çalışırken girdiği kısır döngü, jenerasyonumuza tanıdık gelse gerek. Aynı mahallede büyüdükleri Mehmet'in abisi aracılığıyla işe girmek için referansa ihtiyaç duyan Ali, bir miktar parayı bir araya getirmeye çalışıyor. Ancak geliri olmadığı için kredi çekemiyor ve parayı bir türlü denkleştiremiyor. Ayşe, Zeynep'e olan kira borcunu ödemek için Mehmet'ten para istiyor, ne iş yaptığını anlamadığımız Mehmet, eli uzun abisinden para alıyor ve Ayşe'ye veriyor. Böylece Ayşe kirasını Zeynep'e ödüyor ve Zeynep de bu parayı iş bulması için borç olarak Ali'ye veriyor. Ali ise bu parayı yine kendisine referans olacak kişi olan Mehmet'in abisine veriyor. Bu ekosistem, paranın ilk çıktığı ve geri döndüğü yer olarak oldukça manidar: Sermaye tek bir güruhta toplanıyor ve kim ne yaparsa yapsın, o para bu sistemde hep aynı cebe -büyük yüzüklü ve sakallı bir erkeğe- dönüyor. 

Oysa bakıldığında oldukça “düzgün” insanlar Ali ve Zeynep. Bu, Mehmet ile Ayşe’nin oyunuyla yaratılan tezatlıkta daha da ikna edici hale geliyor. Belki Ayşe ve Mehmet’e acıyan bizler, Ali ve Zeynep’e içtenlikle üzülüyoruz ve zaten felaket sanrısı da burada başlıyor. Halbuki karakterlerin hepsi birer kaçış unsuru, hepsi aynı sistemden bir çıkış arıyorlar. Sadece yöntemleri farklı. Ve izleyici iki ayrı hikayenin kahramanlarına ikiyüzlü bir tutumla yaklaşmak durumunda kalıyor. 

 

Uyumsuzluğun, huzursuzluğun, mutsuzluğun ve umutsuzluğun güzel ve yalın bir anlatımı olan bu film, bize istediklerini elde ettiklerinde karakterlerin gerçekten mutlu veya huzurlu olup olmayacağını da arka planda merak ettiriyor. Ayşe yurtdışına gitse, Mehmet Ayşe’yle aşk yaşasa, Ali iş bulsa ve ayakları üzerinde dursa, Zeynep Ali ile bir ilişkiye başlasa, acaba her şey biraz felaket olmaktan çıkar mıydı? İşte bu soruya bir türlü net bir cevap verilemiyor. Bu bilinmezlik de bizlere “felaket”in doğasının, “sanki”lerin ardına sığınan bir çeşit kararsızlıkla birleşince daha da belirsiz bir noktaya evrildiğini gösteriyor.

 

Son sahnede Zeynep ve Ayşe balkonda otururlarken, Ayşe yıldız kaydığını görüp heyecanlanıyor ancak heyecanı çok kısa sürüyor: Zeynep"kuyrukluyıldız antik dönemden beri felaketin habercisidir" diyerek onu düzeltiyor. Ayşe de doğal olarak gözlerini devirip,"Bu da bize mi denk geldi? Daha ne kadar kötü olabilir ki hayatımız?" diye soruyor. Cevap veremiyoruz bizler de bu retorik soruya. Hayattaki küçük beklentilerin bile tatmin olmadığı bir dünyada ve dönemde, her şeyi biraz felaket olarak adlandırmak çok da büyük bir problem olmasa gerek. Nitekim, şanssızlığımıza inanan bir nesil olarak tatmin olsak da, yine de sahip olduklarımızın ve olacaklarımızın yetmeyeceğini içten içe biliyoruz "sanki". Ve felaketin en büyüğü de bu olsa gerek.  

© 2025 by Sevim Varlıklar Powered and secured by Wix

  • Instagram
  • Soundcloud
  • Linkedin
bottom of page